Doğarken masum olduğumuz varsayılır. Bu sava inanmak isteyenlerdenim. Genlerin suça etkisi henüz kanıtlanmış bir durum değil. Bazı fiziksel ve biyolojik bozulmaların, beyin kimyasını etkileyerek insan davranışları üzerinde belirleyici olduğu ise bilinmekte. Bu yazının konusu doğumla getirdiğimiz özürler değil, sonradan edindiğimiz defolardır.
İnsan popülasyonu içerisinde homojenlikten söz etmek zaten mümkün değildir. Ülkemin sokaklarını dolduran insanlar da bundan istisna tutulamaz. Gündemin içeriğinde ekonomik kriz ile soslanmış bol şiddet, bol cinnet ve psikolojik açıdan “vakıa” olarak tanımlanabilecek karakterleri daha sık görmekteyiz. Çoğaldıkça bize normal gelen bu durum aslında toplumsal bir tehlikeyi görmemizi engelliyor olabilir.
Suça karışanların yaş ortalaması düşerken, suç oranı giderek artıyorsa alarm durumuna geçmek gerekir. Biz daha çok “vah vah” modundayız. Giderek daha korkak, tedbirli, hatta paranoyak olmak dışında bir şey yapamıyoruz. El kadar çocuklarımıza “tanımadıklarına güvenme” deme aşamasını geçtik, “tanıdıklarına da güvenme” ezberini geçiyoruz. Ne yazık ki şiddete uğrayanların çoğu kadın ya da çocuk. Faillerin dörtte üçü ise yetişkin ve erkek. Buradan bir genellemeye varmak doğru olmaz ama istatistiksel olarak manzara bu!
Eğitim çoğu kez olumlu ve istendik davranış değişiklikleri için kullanılan bir terim olsa da aslında insan olumsuz davranışlar için de eğitilebilir. Toplum ve yasalar tarafından onaylanmayan her davranışın temelinde böyle bir eğitim sürecinin izlerini sürebilirsiniz. Suç; bir kaza olabileceği gibi, ne yazık ki çoğu zaman ezber edilmiş, içselleştirilmiş bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor.
Şiddet ortak paydasına alınabilecek terör, cinayet, tecavüz, gasp,… insanın iyi ve olumlu davranış boyutundan öfke, bencillik ve empati yoksunluğu boyutuna geçişinin kanıtıdır. Kendi dışında bir varlığın (bu bazen bir bitki ya da hayvan bile olabilir) göreceği zarardan rahatsızlık duymadan yıkıcı eylemlerde bulunan biri toplum için tehlike arz eder.
Güç; daha çok erkek kimliğini taçlandıran bir sıfat olduğu için, güç ve şiddet ilişkisi açısından erkek çocuklar farklı bir eğitim sürecine maruz tutulurlar. Duyarlı ya da hassas olmaları ayıplanır. Onlara; üzüldüklerinde “Kız gibi ağlama”, korktukları zaman “kız gibi korkma” denir. Merhamet etmek, acımak, duygulanmak kızların payına düşer. Bu öğretilmiş güçlülük, aciz ve zayıf olan üzerinde denenerek bilenir. Gazetelerin üçüncü sayfalarına konu olan olayların çoğunda böyle deneylerden geçmiş (kurban) faillere rastlarız.
İnsan olduklarına inanmakta güçlük çektiğimiz canilerin, bir zamanlar masum (?) birer bebek olduğunu düşünmek ne tuhaf! Dünyaya gelirken sahip olduğumuz maya içerisine katılan aile ve toplum öğretisi bizi yetişkin hale getiriyor. İşte o yetişkinlerden kimi kurban, kimi saldırgan. Birinin diğerinin yerinde olabilme ihtimali de varken, roller çoğu kez bireyin kontrolü dışında dağıtılıyor. Farklı bir senaryo içinde suçlu ile hakimin ters köşelerde olması işten bile değil.
Ebeveynlerimizi, içine doğduğumuz toplumu seçme şansımız olmadı. Onun yerine, sahip olduklarımızla ne yapabileceğimizi söyleyen kalabalık bir eğitmen ordusu var. Tamamen edilgen olduğumuz ilk çocukluk yıllarında maruz kaldığımız olaylar kişiliğimizin iskeletini oluşturuyor. Sosyalleşerek çevre edindiğimiz ergenlik döneminde bu iskelet; dokularla, kaslarla örülüyor. O aşama, eğri bir omurgayı doğrultmak için neredeyse son şans. Tam okul dönemine denk gelen bu süreçte gençlerimizin hayatında boş bırakılan her alan gelişi-güzel bir şeylerle doldurulacaktır. Doğa boşluğu affetmez. Erdemle, yurttaşlık bilinciyle, sorumluluk duygusuyla, insan ve doğa sevgisiyle, sanat, spor ve bilimsel merakla dolduramadığımız boşluklara neler tıkışıyor kim bilir? Öfke, hırs, bencillik, bedensel hazlar, acımasızlık,…
İnsana ait defolar arttıkça toplumun toplam kalitesi de bozulur. Her birimizin sahip olduğu irili ufaklı sökükler, çizikler, pürüzler var. Toplumu düzeltmeye özden, yani bireyden, yani kendimizden başlamalıyız. Artık yetişkin olduğumuza göre, ne olduğumuzun sorumluğu ile karşı karşıyayız. Asıl sorumluluğumuz, henüz birey olmayan insan yavrularına karşıdır. Onların anne ve babaları, öğretmenleri, komşuları olarak birinci derecede sorumluyuz. İyi örnek olmakla başlayacak bu sorumluluk, “bana ne” demeden her olumsuzluğa karşı koymakla sürmelidir.
Çünkü suça sessiz kalmak, suça ortak olmaktır.
Cansel GÜVEN
Anadolu Eğitim Sendikası Genel Başkanı
08.12.2008