Bir komisyon karşısına çıktığınızı düşünün. Aile büyükleri, öğretmenler, arkadaşlarınız dizilmişler size 100 üzerinden kaç ettiğinizi bildirmekteler. Sosyal 3, matematik 1, Türkçe 2 diyorlar. Ömrünüzden 180 gün geçmiş, üzerinizdeki seçmediğiniz bir kostüm, önünüzdeki sizi rakamlara vuran bir kağıt. Çocuklarımız karne aldı bugün…
Ne de kolaydır diğer tarafta olmak düşünsenize. Elinizde mühürlü damgalı resmi bir belge var kapı gibi, öğrencinin ne olduğunu, ne olmadığını bildiriyor. Eleştirebilir, küçümseyebilir, kıyaslayabilir ya da takdir edebilirsiniz. Güç olan o belgenin sahibi ile empati kurabilmek. Bu yüzden çoğunlukla kolay yolu seçiyor, karşıdan bakıyoruz.
Öğrenci okula dair ilk anıdan başlayarak edilgen bir nesnedir. Büyümekle ilişkisi yüzünden öykünür çocuklar okula genellikle. Çoğunlukla da ailenin sevinçli telaşına uyarak endişelerini gizler, meraklı bir heyecan duyar okula karşı. En fenası merakın hayal kırıklığına dönüşmesidir ki, sırf bu yüzden okul ortamı çok da övülmemelidir diye düşünüyorum. Çocuk okulun zillerle başlayıp biten, kurallarla örülü bir rutin olduğunu daha ilk sınıfta anlayacaktır. Sınıfta, bahçede, koridorlara en çok emir kipi duyan mini mini birler giderek okulun sevimli değil, zorunlu bir kurgu olduğunu keşfederler. Okulu sevmek şanslı bir durumsa da en sık rastlanan şey okulla uzlaşmaktır. Bu lezzetli bir meyve suyu yerine meyve özlü öksürük şurubu içmeyi “tercih” etmek gibidir ki bu da gereği ya da yararı kabul etmektir. Samimi bir sevgi duyan ya da en azından uzlaşan öğrenciler başarılı olur.
Ya diğerleri?
“Neden” diye soranlar tehlikededir. Bunu illa ki sesli sorması da gerekmez insanın. Beyin ne kadar tazeyken şekillenirse o soru işareti, o kadar dert açar başımıza. Önce neden bu kapalı yerde kalmak zorundayım diye başlar. Niçin sınıfta gezinemiyorum, neden bu kadını-adamı dinlemek zorundayım diye devam eder. Parmaklarımı acıtan yazıları ne diye satırlarca yazmalıyım, bu kitabı niye okumalıyım, dahası sevmeliyim diye düşünür. Dolan boşalan havuzların hesabını tutmak istemez, elmayı ısırarak yiyen çocuklara elmanın 2/3 ü cazip gelmez. Ve sürer gider…
Bir öğrencinin özgürleştiği an onun tembelliğinin tescillendiği andır. Bazen aile, çoğunlukla öğretmenlerden biri ona teşhisi koyar. Yaramazlıkla taçlandıysa özgürlük katmerlenir. “Ağzıyla kuş tutsa” aşamasıdır bu. Bu eleştiriyi yapanın çocuk üzerinde “kendini düzeltsin” temennisi olsa da genellikle rahatlama olarak yanıt bulur. Üzerlerindeki “başarılı olsun” beklentileri giderek “durumu kurtarsın” seviyesine doğru gerilerken öğrenci artık ergendir. Her ergen gibi önüne konan çıtanın daha altına razı olacak kadar hormonları ile boğuştuğu için durumu kurtaramayacaktır. İdare edilen seviyeye indiğinde beynindeki “neden” kurtçuğu ölmüştür. Yerine bir “ÇÜNKÜ” balonu yerleşmiştir artık. Çünkü; beni kimse anlamıyor, çünkü sevmiyorum, çok sıkıcı, hoca bana taktı, zor, farklıyım, üniversiteyi kazanmam imkansız, üniversite mezunları işsiz, fakiriz, çirkinim, ailem anlayışsız, ….
Artık düşünmez…
Onun yerine düşünen, neden veya çözüm bulanlar varsa hiç düşünmez. Yüreğine dokunabilen, karnenin arkasında kalan gerçek “beni” görebilen birisi olursa üzülür ama. Başka türlüsünü hayal eder inanın. İlk günden başlayarak defterlerin kenarlarını bile kırıştırmadan renkli renkli ödevler yapsaydım keşke der. Karnelere ilişik başarı belgelerine özenir, başarıyı hayaller. Mümkün müdür peki? Savunmasız bir ergenin karşına dizilen sayın komisyon üyeleri, aile, öğretmen ve diğerleri izin verirse KESİNLİKLE!
Bir çocuğu sevmenin ön şartı olamaz. Hele “başarı” gibi nesnel olmayan görece bir ölçüt, bireye değer biçerken ne kadar da zavallıdır. Kınayan, sınayan, kıyaslayan bizler çocuklarımızın başarma hallerinde başrol oynuyor, dönüp eleştirmen kesiliyor olabiliriz de.
Bugün birileri karne aldı. Birileri yazdı o karneleri, bir başkası mühürledi, bir diğeri kayda geçirdi. Artık çıkalım saklandığımız yerlerden ve “hani bana” diyelim.
15/06/2007
Cansel GÜVEN
guven@aes.org.tr