Bir düşünceye göre dünya şiddetin en az yaşandığı ve yaşanacağı bir sürece girmiş olabilir. Tüm insanları içine alan savaşlar, suçluların insanlık dışı diye tanımlayabileceğimiz yöntemlerle cezalandırılması, emeğin pervasızca sömürülüp hiçe sayıldığı eski zamanlar artık geride kalıyor düşüncesi, özellikle sosyoloji ve sosyopsikoloji alanlarında bilimsel temellere dayandırılarak ileri sürülüyor.
Oysa başımızı nereye çevirsek bizi kuşatan şiddet olaylarına en iyi olasılıkla tanıklık etmek zorunda kalıyor; bazen de kurbanı oluyoruz. Şiddetin özellikle gençler arasında yaygın olması ise olağan görülebilir. Genç, yaşadığı dünyayı sarmış olan adaletsizlikleri, çocukluğun pembe dünyası içinde çoğu zaman fark etmediği haksızlıkları gerçekten tanımaya başladığı bir dönem içerisindedir. Yaşının ortaya çıkardığı gözü karalık, dünyadaki bu adaletsizliği kendi başına yenebileceği inancını geliştirir. Kaybedeceği bir şeyi olduğunu aklına bile getirmez. İçinde yaşadığı toplum, onun için özgürlüğü önündeki en büyük engeldir. Bu nedenle toplumdaki otorite figürleri her ne pahasına olursa olsun boyun eğmeyeceği, savaşacağı düşmanlardır.
İşte bu çalkantılı dönem içinde hayatı anlamaya başlamış olan genç, zamanın hatırı sayılır bir bölümünü okulunda geçirmektedir. Özgürlükleri önündeki engelleri her an arayan, sorgulayan ve savaşa hazır bekleyen genç için okul toplumsal otoriteyi temsil eden en önemli kurumdur. Kendisine sürekli olarak bir şeyler öğretmeye ve onu şekillendirmeye çalışan okuldaki herkes rakiptir. Çoğu zaman inadına, kurallara başkaldırır. Kuralları kendisine hatırlatan kişi en sıcak yüzüyle de bunu yapsa, otoritenin temsilcisidir. İşte öğrencinin karşısındaki o temsilci öğretmendir.
Ancak öğretmen toplumsal dayatmanın ve otoritenin gencin karşısına çıkardığı kurbandır aslında. Çünkü biricik çocuğuyla bile baş edemeyen birçok ebeveyn onu öğretmenlere emanet eder. İstediği türden adamlar yetiştirmek isteyen ve istediği gibi olmayana da doğrudan ya da dolaylı bedel ödetmekten çekinmeyen devlet, vatandaşlarını öğretmenlere emanet eder. Gencin önündeki en büyük otorite aslında devlet ve içinde yaşadığı toplum ile kendi anne babası değil midir? Ama bu iki kurum öğretmeni çıkarır onun karşısına…
Bütün bu gerçekliğe rağmen son yıllarda öğretmen figürü başta Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla olmak üzere devlet eliyle yem arayan güvercinden öteye, toplumun önüne yem olarak atıldı. Yaşadığımız toplumsal umutsuzluk, kavga ve çaresizliğin önüne atılan bir yem… Her sorunun temelinde eğitimsizlik vardır tezine ulaştığımız her an, bunun suçlusu olarak ne devlet, ne Milli Eğitim Bakanlığı ne de başka biri gösterildi; suçlu her zaman öğretmen olarak duyuruldu.
Başbakan önderliğinde herkes öğretmenlerin ne kadar az çalıştığını, ne kadar çok tatil yaptığını haykırdı. Oysa bir imamın toplam çalışma süresinin gün içerisinde ne kadar da az olduğu gündeme gelmedi. Elbette o işin doğası gereği olağan buydu. Ama öğretmenlerse konu olan neyin olağan olduğunun önemi var mıydı? Yok tabi… Öğretmenlerin ne kadar çok para kazandığı söylendi. Üstelik bu rakamlar devlet kurumları aracılığıyla düpedüz yalan rakamlar açıklanarak toplum kışkırtıldı. Belki de gerçek ölçütler ile değerlendirildiğinde lise mezunu bile olamayacak olan kişiler kolluk gücü olarak, yıllardır hizmet veren öğretmeninden daha fazla ücretle işe başlandığında kimse fazla verilen bir paradan söz etmedi.
Medya eğitimi tartışırken öğretmenleri her zaman hedef tahtasına yerleştirdi. Haberlerini yaparken dayak yiyen öğretmen haberleri dayak atan öğretmen haberi yanında görmezden gelindi. Birkaç kişinin katilinin ya da bir tecavüzcünün adının sadece baş harfleri ve buğulu bir resmi yayınlanırken gösterilen özen, öğrencisini dövdüğü henüz iddia aşamasında olan bir öğretmenin açık adı, adresi ve bir vesikalık fotoğrafı yayınlanırken gösterilmedi. İdari makamlar ve güvenlik güçleri bir zanlıyı korurken verdiği mücadeleyi gerektiğinde öğretmeninin korumak için göstermedi. Bütün bu süreçler bir kartopu gibi büyüdükçe otoriteye başkaldıran gencin önüne kolay ve dayanılmaz bir hedef olarak kendi öğretmenini koydu. Üstelik söz konusu öğretmen olunca arkasında vali, kaymakam ve eğitim yöneticileri ile anne babasının her koşuldaki desteğini hisseden genç için öğretmen üç kuruş alıp herkes tarafından azarlanan biri olup çıkıverdi. Ne devlet ne de toplum bu şekilde yok etmek için yarıştıkları öğretmenlik kurumunun kendi çocuklarına yarınlar için ışık tutamayacağını aklına getirmedi; bindiği dalı kesti.
Bakanlık ne yaptı?
Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmene yönelik şiddeti ortadan kaldırmak hatta az da olsa önlemler almak adına bir şey yaptığını söyleyemeyiz. Bütün bunları bir yana bırakın bir basın açıklaması bile yapmayan bakanlıktan gelecekte bir çaba beklemek en hafif anlatımıyla saflık olur. Özellikle eğitimde reform adı altında gerici ve paracı dönüşümlerin hız kazandığı bir ortama kavuşan bakanlığın öğretmenlerin saygınlığının azalmasını kendi lehine bir avantaja çevireceğini söyleyebiliriz. Saygınlığını kaybetmiş bir mesleği icra eden kişileri daha az ücretle çalıştırabilir, onları kolayca modern çağın köleleri haline getirebilirsiniz.
“Bakanlık bundan sonra ne yapar derseniz?”, bir sendikacı olarak kayıt dışı görüşmelerde duyduklarımızı ve öngörülerimizi bir araya getirdiğimizde hiç de iyi şeylerden söz edemeyiz. En başta okul yöneticilerinin bundan sonraki süreçte öğretmenlik mesleğinden gelmeyen kişilerden seçileceğini ve özellikle işletmeci gibi mesleklerin tercih edileceğini bekleyebiliriz. Hatta bakanlığımızdaki üst düzey bazı yeni görevlilerin öğretmenlik yapmak için eğitim fakültesi okumanın gerekli olmadığını savunanlar bile olduğunu not düşebiliriz. Branşlaşma yerine birçok branşta ders veren öğretmenin daha karlı bir işletme anlayışına uygun düştüğü düşüncesi yeni reformları tetikleyebilir. Hal böyle olunca, öğretmene yönelen şiddet sorunuyla ilgilenecek bir bakanlık aramak aptalca olacaktır. Çünkü geldiğimiz noktada öğretmenlik mesleği bir özel alan mesleği olmaktan çıkarılabilecek dönüşümün arifesindedir.
Öğretmenlerin ve sendikaların tepkisi yeterli mi?
Öğretmenlere yönelik şiddet eylemlerinin ardından özellikle meslektaşların tepkisi neredeyse yok denecek ölçüde… Elbette bu konuda önemli görevler düşen sendikalar da cılız tepkilerden öteye geçemiyor. Maalesef bu türden bir olay karşısında öğretmenler de olayın kabul edilemezliğini ortaya koyarak bir tepki arayışına girmekten çok, dedikoduları arasındaki kriminal sorgulamalarla zaman geçiriyor. Genellikle öğretmenin neden şiddete uğradığını ve hemen arkasından da özellikle olayın faili bir öğrenciyse, öğretmenin haklı olup olmadığını tartışıyor. Bakın öğretmenin haklı olup olmadığı şiddete uğradığı bir anda tartışılıyor. Buradan çıkan acı sonuç şu ki birçok meslektaşımız haksız olduklarından şiddete uğramalarının meşru olabileceği sonucuna ulaşıyor. Bu söylediğimizi bir sendikacı olarak değil, halen bir fiil sınıflarda derse giren öğretmenler olarak söylüyoruz.
Tabi ki bu durumun nedeni toplumsa iletişimin tarattığı bilinçaltı dürtüler olmakla beraber, siyasal düşüncelerin, bize göre daha kutsal olan meslektaşlık duygusunun önüne geçmesidir. Çünkü şiddete uğrayan öğretmenin hangi eğitim sendikasına üye olduğu çoğu zaman öğretmenlerin tepkisini şekillendirmede belirleyici oluyor. Bu da sendikaların asıl kimliklerini nasıl kaybettiğini ve nasıl da siyasi yapılanmaların tetikçileri haline geldiğini gösterir. Elbette insanlar birçok sendika kurabilir. Hiç kimse aynı örgüt altında toplanmaya zorlanamaz. Ama en azından bu örgütler siyaset üstü ortaklıklar kurmak zorundadır. Temel görevleri eğitim çalışanlarının haklarını korumak ve iyileştirmek olan kurumların en azından bu payda etrafında birleşmenin yolunu bulmak için çaba göstermesi gerekir. Aksi halde öğretmenlik mesleğine saldıranlar karşısında kolayca yutulacak küçük lokmalar olmaktan öteye geçemezler.
Şiddet nasıl önlenir?
Öncelikle ülke gündeminin belirleyicisi olan siyasi önderleri, başta başbakanın ve hükümet üyelerinin rakiplerini hakaretlere gark eden söylemlerden arınmaları gerekir. Zira son on yılda toplumumuzda açıkça görülen bizden olanlar ve olmayanlar ayrışması bu siyasetin ürünüdür. Maalesef bu ayrışmaları geçmişte de yaşamış olan toplumumuz acı ve kanlı bedeller ödedi. O gün olduğu gibi bugün de yaşanacak olan her türlü şiddet eyleminin ilk sorumlusu ne darbe yapan askerler, ne entrikalar peşinde koşan yer altı örgütler olur. Her zaman sorumlu siyaset ve kurumlarıdır.
Yanı sıra medyanın “reyting” denen canavara tutsak olmaktan kurtulmanın yollarını araması ve şiddet içeren görüntüleri, haberleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermekten kaçınması gerekir. Kesinlikle bir otosansür içine girmeden ama, her ekranın başında küçük yaştaki çocuklar, ergenliğin sorunlarıyla boğuşan gençler olduğunu unutmadan çalışmalıdır.
Anne ve babaların kendilerine sunulduğunun aksine öğretmenliğin özel bir meslek olduğunu anlaması gerekir. Doktora gittiklerinde nasıl ki çocukları için hangi tedavinin yapılması gerektiğini ve hangi reçetenin yazılması gerektiğini söylemiyorsalar, öğretmenlere de aynı güveni göstermeliler.
Tabi ki öğretmenler de içinde bulunduğumuz sürecin ciddiyetini bir an önce kavrayarak başını kumdan çıkarmalıdır. Bu süreçte en büyük sorumluluğun kendilerine düştüğünü anlamalı ve daha güçlü bir ses çıkarabilmek için örgütlenmeli, örgütlerinde taşın altına ellerini sokmaları gerekir. Sendikaların onların her sorununu anında fark eden ve gerekeni zaman kaybetmeden yapan bir kamu kurumu olduğu yanlış algısını bir kenara bırakmalılar. Üyeliklerini ve kendilerini temsil edenleri sorgulamaları, görevlerini iyi yapamadıklarını düşündüğü her temsilciyi sadece eleştirmekle kalmayıp, görevlerine talip olmaları gerekir. En büyük erdem yanlış yapılanı eleştirmek değil, doğrusunu yapmak için yürek ve emek ortaya koymaktır.
Öğretmenlik mesleğinin saygınlığını yeniden kazanması, sadece öğretmenlere yönelik şiddetin değil toplumsal şiddetin tamamının önlenmesindeki uzun koşunun ilk adımıdır. Öğretmenliği hak ettiği yere koymak konusunda öğretmenler mücadelesini hiç bırakmayacaktır.
Ancak Milli Eğitim Bakanlığı nezdinde hükümetin ve uzun vadede devletin bu konudaki tutumunu öğretmenlerden yana değiştirmesinden önce tartışılacak her önlem bir münazaradan öteye geçemez.
Serkan AVCI
Anadolu Eğitim Sendikası Genel Sekreteri