Bu yazıyı kaleme almadan önce çok düşündüm. Çünkü, herkes bir şeyler yazacaktı. Bir de ne kadar yazıp çizsem de herkes anlamak istediğini anlayacaktı. Yine de yazmamakla hem kendime hem de geçmişime saygısızlık edeceğime inandım. Fazla yormadan, kısa keserek duygularımı paylaşacağım.
İnsanların hayatlarını derinden etkileyen ve o derinliğin neticesinde değişime uğrayan kesitler mevcuttur. Sene 1980. O zamanlar henüz 7 yaşındaydım. O sene birinci sınıfa başlayacak olmanın heyecanı sarmıştı bedenimi. Ablam benden bir yıl önce başlamıştı ve ona olan kıskançlığımdan, kendi kendime harfleri birleştirmeye çabalıyordum. Babam sınıfa almadığından beni, annem ayaklarımın altına tabure koyardı ve öyle camdan izlerdim yapıp ettiklerini. Neyse ki azim ve kararlılıkla "cumhuriyet ve reklamlar" sözcüklerinden başlayarak okumayı sökmüştüm.
Okullar açılmamıştı henüz. O zamanlar öğretmen demek, sadece öğretmenlik mesleğini icra etmek demek değildi. Doktor olurlardı, bahçıvan olurlardı, ziraatçi olurlardı. Biz lojmanda oturuyorduk. Lojmanın altında iki derslik ve bir müdür odası vardı. Diğer öğretmenlerle birlikte badanayı yaptılar o yaz. Okulu eğitim öğretime hazırladılar. Sonra evimizi de bir güzel boyadılar. Hiç unutmam, kırmızı çerçeveli bir aynamız mevcuttu. Okula başlamadan önce okumayı öğrenince bunun avantajlarını kullanıyordum. Aynanın arkasına çocuk yüreğimle, slogan yazmıştım örneğin. Bunda sanırım eve her gün gelen Cumhuriyet gazetesinin rolü büyüktü. Babam anneme okurdu biz iki kardeşte dinlerdik gazetede yazılanları." Yaşasın Cumhuriyet" yazmıştım. Neyime gerekse...
Günler günleri kovalıyordu. Bir sabah, ilk defa kahvaltı sofrasında televizyon izlerken siyah-beyaz ekranda, masa başında oturmuş, "üç ünlü netekimli" cümleler kuran birisini dinleme gafletine düşüyorduk ulusça. Babam" darbe olmuş hanım." dedi. Darbe neydi ki? Evde bir şeyler var mı, telaşı basmıştı onları. İlk aklıma gelen aynanın arkasına yazdığım yazı ve gazeteden kesip kesip biriktirdiğim makalelerdi. Ödüm kopmuştu. Sakladığım yerden çıkarıp, komşunun bahçesine gömdüm hemen. Elime aldığım toka ile de "Yaşasın Cumhuriyet" yazısını kazımıştım. Üzerini ayna örtüyordu. Şimdi olsa, o kazınan yeri bile delil sayarlardı.
Asker postallı adamlar babamı alıp götürdükleri gün, son görüşüm sanmıştım. Daha kaç evde hangi durum yaşanıyordu bilemiyorduk." Hoca evinde silah saklıyormuş." Eski muhtar ihbar etmişti sonradan öğreniyorduk bunu. Az da olsa şanslı ailelerdendik. Babam kısa süre içinde geri dönmüştü. Ama Mustafa Eniştem, uzun yıllar sonra dönebilecekti evine. Fadime Teyzem, 8 sene sonra kavuşacaktı sevdiğine. İmralı Adası'nı bilmem kaç sene su yolu etmişti kendisine... Sanırım o zamanın mahkumları, daha adice işler yapıyorlardı!!! Ne özel hekimleri vardı ne de devlet erkanı ayaklarına kadar gitmiyorlardı...
Uzatmaya gerek yok. Ölüm, seni de geldi buldu sonunda. Hiç pişmanlık duydunuz mu, sorusuna bu tarafta verdiğin yanıt:" İmzaları atarken hiç elim titremedi." demiştin. Yıllar kalbine ne inanç ne de vicdan yüklemişti. "Yine olsa aynısını yapardım." demenin hesabını burada vermedin. Oysa "EVETÇİLER" halka kodlamıştı yargılanacağını. Son sözü biz öbür tarafa bırakmıştık çok öncesinde. Yaşını büyültüp astırdığın Erdal Eren, Necdet Adalı ve daha bir çokları muhakkak yakana yapışıp, gençliklerini alacaklardır senden.
Özcesi, biz seni kötü bilirdik. Yattığın yer de kötü bilsin. Tek temennim budur...
Özlem RÜSTEM
Anadolu Eğitim Sendikası
Tokat İl Basın Sekreteri