Bu konuya eğitim tarihinden bahsederek başlamayacağım. Eğitimi anlatırken evrensel örneklerin yanı sıra, özellikle kendi ülkemizi ve bulunduğum kültürü baz alarak hareket edeceğim.
Gelişmiş ülkelerde eğitime ayrılan toplam gelirdeki pay yaklaşık olarak 2 ile yüzde 9 arasında değişmektedir. Bu durumun tespiti eğitim sistemimizi inşa etmek için önemli bir temel sağlayacaktır. Ülkemiz şartlarında eğitime ayrılan bu oranın en az yüzde 6 olması ne çok abartılı bir oran olur ne de olması gerekenin altında bir oran olarak kabul edilebilir.
“Bulduğumuz bu oran ne işe yarayacak?”
İşe 30 Ekim1923 Tarihinde Sayın İsmail Safa ÖZLER ile başlayan Milli Eğitim Bakanlığımız, şu an, Sayın İsmet YILMAZ ile 74. bakanını eskitmekte. Bu sayıyı normal karşılayan insanların, Türkiye Cumhuriyeti’nin 93 yaşını bitirip, 94 yaşından yeni gün aldığını hem akılla hem de vicdanla göz önünde bulundurması gerektiğini düşünüyorum. İşin içine basit bir matematik katarsak durum daha iyi anlaşılacaktır.
T.C. Yaşı / Değişen Bakan Sayısı = Her Bir Bakanın Ortalama Görev Süresi
93 / 74 = 1,256
Yani Milli Eğitim Bakanlığında hemen hemen 1,25 yılda bir bakan değişmekte.
Şimdi diyeceksiniz ki “Değişmiş de ne zararı olmuş?”
Hemen hemen herkes, ekonomiden bahseden siyasetçilere televizyon ekranlarında şahit olmuştur. Ekranlardaki siyasetçilerin söz konusu ekonomi olunca sürekli, siyasal istikrardan bahsettiğini bolca duyarız. Söz konusu ekonomi olunca istikrarı önemsiyoruz da, söz konusu eğitim olunca istikrarı neden önemsemiyoruz? Burada istikrardan kastettiğim şey eğitimin ‘statik olması’, hiç değişmemesi, çağa ayak uydurmakta direnmesi değildir. Burada istikrardan kastedilen şey; ülke yönetiminde söz sahibi olan her iktidarın bir önceki iktidarın yaptıklarını yıkarak, kendi siyasal ideolojisini eğitim ile yaşatmaya çalışması, bu yapı ile kendisini fikren ve fiilen besleyecek insanları üretmeye çalışmasıdır.
Durum bu olunca, eğitimi siyasetin bu çarkından çıkarmak gerekmektedir. Eğitim bir milletin geleceğidir, özgürlüğüdür, refahıdır. Bu yüzdendir ki onu ayrı bir yerde tutmak, onu kirletmemek gerekir. Bunun içindir ki meritokratik bir anlayış ile hareket ederek eğitimi konunun uzmanlarına teslim ederek, bu alandan siyasileri uzak tutmak gerekir.
İşte bu yüzdendir ki yukarıda bulduğumuz eğitimin ‘ülke toplam geliri içerisindeki payı’ önemlidir.
Elimizdeki bu oran Anayasa ile bütçe kanununa eklenerek, her yıl toplam bütçe içerisindeki yüzde 6’lık bir payın Milli Eğitime koşulsuz ve şartsız bir şekilde aktarılması sağlanmalıdır. Bu ilk adım Milli Eğitim Bakanlığının, siyasilere en temel ihtiyaçlarla yani ekonomi ile bağlanmasının önüne geçecektir. MEB’i siyasilerin ekonomi ile olan tehditlerinden koruyacaktır.
Sonraki adım MEB’in yönetimi ile ilgili. MEB’e yapılacak her türlü siyasal atamanın önüne geçmek ve MEB’in kendi iç dinamikleri ile çarklarını döndürmesini sağlamak için, kurulacak olan yönetim kurulunun Eğitim Bilimleri / Eğitim Fakülteleri içerisinden seçilen, seçilirken üniversite son sınıf öğrencilerinin de seçime dahil olduğu bir sistem ile kurulmalıdır. Ayrıca Eğitim Bilimleri Fakültelerinin iki misli temsilciyle bu kurulda söz sahibi olması sağlanmalıdır. Kurulun büyüklüğü 18 kişiyi geçmemelidir. Yeterli kurul üyesi çıkaramayan Eğitim Fakülteleri diğer fakültelerle birleşerek yeterli kurul üyesi sayısına ulaşabilmeli. Eğitim sistemimiz bu kurulun elinde olmalı. Devletin diğer organlarının bu kurula tek bir müdahale gerekçesi olmalı: Güvenlik Soruşturması. Bu soruşturma tavsiye niteliğinde olmalı. Bağlayıcılığı yine kuruma kalmalı. Çünkü bu soruşturmanın da siyasal ideolojiye hizmet etmek gibi bir durumu ortaya çıkabilir.
Söz konusu eğitim olunca siyasetten ayrıştırılması gereken eğitim kurumlarından biri de YÖK’tür. Dekan atamalarının Cumhurbaşkanlığına ya da başka bir kuruma bağlanması, seçilen dekanların eğitimi dizayn edecek olan konusunda ihtisas sahibi insanların, bir ideolojinin tesiri ile esir olmalarının önünü açması bakımından bu durum tehlikelidir. Çünkü atanan dekanlar, siyasilerin gölgesinde kalıp objektif kararların verilmesinde pasif kalabilirler.
Tüm bu ayrılmış kurumların kendi içerisinde ayrı bir denetim mekanizması olmalı.
Buna benzer kararları acilen alamazsak, eğitimi birilerinin deneme-yanılma tahtası olarak kullanmaya devam edersek sanırım şu fıkra gerçek olacak:
“Efendim bir gün dünya Türkler ile Araplara kalacak.”
“Hadi yaaa! İnşallah. Peki nasıl olacak o iş?”
“Efendim bakınsana, herkes uzaya gidiyor. Onlar gidince dünya bize kalacak.”
Bu altı üstü bir fıkra olarak görünse bile, gerçeklik payı oldukça fazla. Bu konuyla ilgili şimdiden birçok film çekilmeye başlandı bile. Örneğin; Elysium, Passengers-Uzay Yolcuları… Şimdilik bu filmler bizlere gerçekçi gelmeyebilir. Lakin kendinize şu soruyu sorun; geçmişte film olarak baktığınız birçok şey şu an gerçek olmadı mı?
Bu tabloları ve önerileri ortaya koyma nedenim öğrencilerimizin ve eğitimimizin çağdaş dünya ile yarışır bir pozisyonda olmaması ve bu durumun bizlerin geleceği ile doğrudan ilgili olmasıdır.
Gelin son zamanlardaki uluslararası eğitim standartları açısından nerede olduğumuza PISA ( Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı - Programme for International Student Assessment) sonuçları ile bakalım:
“2003 Yılında 41 ülke bu sınava katılmış ve Türkiye; Fen’de 33., Matematik’te 35. ve Okuma’da 35. olmuş.
2006 Yılında 57 ülke bu sınava katılmış ve Türkiye; Fen’de 43., Matematik’te 43. ve Okuma’da37. olmuş.
2009 Yılında 65 ülke bu sınava katılmış ve Türkiye; Fen’de 43., Matematik’te 43. ve Okuma’da 41. olmuş.
2012 Yılında 65 ülke bu sınava katılmış ve Türkiye; Fen’de 43., Matematik’te 43. ve Okuma’da 41. olmuş.
2015 Yılında 70 ülke bu sınava katılmış ve Türkiye; Fen’de 52., Matematik’te 49. ve Okuma’da 50. olmuş.”
Tanrı, başka devletlerdeki insanları daha zeki yaratırken Türkiye’deki insanları daha az zeki yaratmadığına göre, sorunun sistemde olduğunu kabul etmeliyiz. Eğitim sistemimizi, devletimizin istikbali ile iç içe geçirmeliyiz. Sanayimize, üretimimize, günlük hayatımıza entegre etmeliyiz. Bir tür zihin değişimine ihtiyacımız var bu konuda. Unutmamak gerekir ki hayatımızdaki birçok kavram iç içe ve birbiri ile bağlantılıdır. Eğitimin adaletle, insan hakları ile bilim ile objektif bakış açısı ile ilgili olmadığını kimse söyleyemez. Yoksa kimse TÜBİTAK’ın son bir kaç yılda reddettiği ve dünyanın birçok ülkesinin bu projelerin peşine düşmesini açıklayamaz.
Neydi TÜBİTAK’ın son zamanlarda reddettiği projeler. Gelin birlikte bakalım;
“ Antalya TED Koleji’nden 10’uncu sınıf öğrencisi Mehmet Can Dursun ile 11’inci sınıf öğrencisi İrfan Efe Boztepe, şeker hastalarının iyileşmeyen yaraları için atık yengeç ve karides kabuklarından yara bandı üretti. Projelerini TÜBİTAK’a yollayan ikili, TÜBİTAK tarafından kabul görmedi. Ancak ABD’de her yıl liseler arasında düzenlenen proje yarışması Genius Olimpiyatları’na gönderilen bu çalışma, 54 ülkeden iki bin 450 proje arasında dünya birincisi oldu. Oswego New York Eyalet Üniversitesi ise Dursun ve Boztepe’ye yıllık 10 bin dolar burs vererek, eğitimlerini ABD’de sürdürme davetinde bulundu.”
“27 yaşındaki Türk Mehmet Türker'in geliştirdiği engellilerin kolaylıkla mouse kontrolcüsünü kullanmasını sağlayan GlassOuse projesi, TÜBİTAK tarafından reddedilmesine rağmen Apple ve Google'dan destek alıyor.”
“İlayda Şamilgil, 12. sınıf öğrencisiyken dünyanın en prestijli fizik proje yarışması olarak kabul edilen “First Step to Nobel Prize in Physics” (Nobel Fizik Ödülü'ne Doğru İlk Adım) adlı yarışmaya, bir yıldır çalıştığı “Sıvılardaki Su Oranını Mıknatısla Ölçebilen Ucuz, Hızlı ve Taşınabilir Bir Sistem” adlı projesi ile katılarak ünlü akademisyenlerden oluşan jüriden tam puan almayı başardı. Oysa tübitak tarafından düzenlenen yarışmada aynı projesiyle dereceye bile girememişti.”
“Matematik projesiyle TÜBİTAK'ın yarışmasına katılan lise öğrencisi Barış Paksoy ‘Sen bunu yapmış olamazsın’ denilerek reddedildi. Ve bu gencimizi de Almanya’ya kaptırdık.”
Bu gibi örnekleri ülkemizde çokça duyar olduk. Peki bu projeleri reddeden insanlar kim? Tabi ki şu anki sistemin içerisinden çıkan, siyasallaşmış kişiler. Siyasal ve ideolojik düşünceleri yüzünden bilimsel bakış açısından, objektiflikten uzak ve vatan sevgisini sadece ibadet etmekten ibaret sanan insanlar. Bu insanlar, bizleri dünyadaki ilk on ekonomi arasına sokamaz. Hele ki başına bir Hayvanat Bahçesi Müdürü atanan TÜBİTAK gibi bir kurumun bu anlamda bizlere hiç bir hayrı dokunmaz.
Kimileri bu konuların abartıldığını düşünebilir, kimileri önemsiz bulabilir. Unutmamak gerekir ki Apple ve Facebook gibi şirketler, biraz server ve bin kadar lider çalışanı ile şuan ülkemizdeki halka açık şirketlerin tamamını en az iki kez satın alabilecek pozisyonda. Hele ki Mark Zückerberg’ in Facebook gibi bir şirketi bir bilgisayar başında kurduğunu ve şirketin şu anki değerinin 400 milyar dolara yaklaştığını düşünürsek, kimilerinin önemsemediği girişimlerin devasa getirileri olabiliyor.
Peki eğitim sistemimizi siyasal iktidarın ideolojik etkilerinden ayırınca düzlüğe çıkar mıyız? Sadece bu yeterli mi?
Eğitim konusunu şimdilik noktalayıp şu soruyu soralım: Diyelim ki Facebook ve Apple gibi iki şirket bizim ülkemizde. Ve bu şirketler siyasal iktidarın çeşitli söylemlerinden hoşlanmasalar, fikirlerini açık açık dile getirseler bu iki şirkete ülkemizde kayyum atanmamasının garantisi var mı?
Adil DEMİRBAĞ
AES üyesi öğretmen
Altındağ - Solfasol İlkokulu